Nedim Saban: Bir tiyatrocunun hayatı

Tiyatroya çocuk oyunları yazarak, çocuk yaşta başladınız. Tiyatro sevgisi ve farkındalığı ne zaman, nasıl ve nelerden etkilenerek hayatınıza girdi?

Tiyatroya ben 1976'da bir oyun izleyerek başladım. Tepebaşı Deneme Sahnesi vardı. Biliyorsunuz Tepebaşı Dram Tiyatrosu çok önemli bir tiyatroydu ve orası yandıktan sonra atölyesini deneme sahnesi olarak kullanmaya başladılar. İnteraktifti. Dolayısıyla çocuklar etrafında otururdu. Birdenbire kendimi sahnede buldum. Oyunun adı da “Birlikte Oynayalım”dı. Ondan sonra da gerçekten büyük bir sevda olarak içime düştü. 1979 yılı Dünya Çocuk yılıydı. On iki yaşında UNICEF' in bir yarışmasına bir oyun yazarak katıldım ve oradan da devam ettim. Yani benim için artık hem bir yaşam biçimi, hem meslek, hem de vazgeçilmezlerim arasına girdi tiyatro.

Çocuk hakları üzerine yazdığınız ve UNICEF tarafından yarışmada dereceye giren oyununuzdan biraz bahsedebilir miyiz? Bu oyun günümüzde sahneleniyor mu? Tiyatroya ilgi duyan çocukların bu oyunu okuma ya da izleme şansı var mı?

O oyun sergilenmiyor. Yedi dakikalık bir oyundu “Vay Akıl Fakiri Vay” diye. Hatta Milliyet Çocuk Dergisi vardı o zaman ve UNICEF ile Milliyet Çocuk'un ortak düzenlediği bir yarışmada birinci oldu. Tabii bugün herhalde çok ilkeldir. Bugünün çocuklarına da çok hitap eder mi bilmiyorum ama iyi hatırlattınız, bir dönüp bakayım ne yazmışım diye. Onun da ilginç bir yanı vardı. Beş Kafadarlar Çocuk Tiyatrosu diye bir tiyatro kurduk ve Akbank Çocuk Tiyatrosu ile beraber Erol Günaydın'a telefon ettik. Erol Günaydın da Akbank Çocuk Tiyatrosu'nun başındaydı. Işıklar içinde yatsın. Erol Bey'e telefon ettik ve gelin dedi. Biz gittik dekorumuzla, kostümümüzle falan. O gün Erol Bey bizi sahneye çıkarttı Akbank Çocuk Tiyatrosu'nda. Öyle devam etti.

Okan Bayülgen "Ce!" diyordu

Türkiye'de ilk kez çocuk parklarında tiyatro uygulamasını başlattınız. Parkta tiyatroyu anlatır mısınız? Beş Kafadarlar Tiyatrosu'nun kadrosunda kimler vardı?

Beş Kafadarlar Çocuk Tiyatrosu'nun kadrosunda şu anda profesyonel olmuş pek çok kişi vardı. Bunların bir bölümü dekoratör oldu, bir bölümü hala tiyatro mesleğine devam ediyor. Galiba en çok bilinenlerden biri Okan Bayülgen. Daha doğrusu o kadromuzda değildi de onun o dönem kız arkadaşı kadromuzdaydı. O da gelip arada sahneye "Ce!" diyordu. Yani gerçekten şu dönem profesyonelliğe devam eden Tayfun Yılmaz vardı. Aysel Doğan diye bir arkadaşımız vardı. Nesrin Yılmaz var hala şu anda oyuncu olarak devam ediyor. Parkta tiyatro da farklı bir olgu. Biz tiyatromuzu kurduktan sonra, ben on beş yaşındayken, bütün çocuklara ulaşalım diye; parklarda, sokaklarda tiyatro yaptık. Sıkıyönetim döneminde olmasına rağmen her hafta bir parktaydık. Çok güzel bir duygu o park ortamı fakat benim aileme sokak ve tiyatro, sokakta tiyatro biraz küçümsenecek bir kavram gibi geldi ama zaten tiyatro sokağın içinde olmalı, sokakta olmalı diye düşünüyorum. Hala, şu anda, gerçekten bana fırsat tanısalar ve işlerim bu kadar yoğun olmasa, sadece çocuk tiyatrosu yapmak isterim.

Gençlik tiyatrosunda büyük bir boşluk var

Çocuk tiyatrosuna, çocuk oyunlarına önem veriyorsunuz. Sizce her yaş grubundaki çocuğa hitap eden yeterince oyun var mi?

Şunu söyleyeyim, aslında çocuk tiyatrosu, yani bütün dünyada olduğu gibi önce okul öncesi çağ, ilkokulun ilk üç sınıfı, ondan sonra da gençlik tiyatrosu dediğimiz üç kategoride olmalı. Aslında biz mesela sosyal sorumluluk projeleri yapıyoruz Anavarza Çocuk Tiyatrosu ile, Goody Çocuk Tiyatrosu ile, Geberit ile beraber ve burada mesela yaş hedefini koyuyoruz çocuklara. Yani okuma yazma bilmeyen bir çocuğun algıları çok farklı, konsantrasyon süresi çok farklı ve daha kısa, ilgileri farklı. Fakat şunu söyleyeyim, veliler buna pek itibar etmiyor, mesela iki tane çocukları var, "bir tanesini evde mi bırakacağız?" diyorlar. Dolayısıyla veliler oyunları çok seçmiyor. Fakat şunu da fark ettim ki gençlik tiyatrosunda büyük bir boşluk var. Çocuklar artık o kadar sınavlara ve kurslara yoğunlaşıyorlar ki on yaşından sonra, belki yirmi yaşına kadar tiyatroya ilgilerini kesiyorlar. Bazı oyunlar onlara çok çocuksu geliyor. Dolayısı ile o yaş kitlesine çok az oyun var. Yani Türkiye'de gençlik tiyatrosu sıkıntısı var.

Birkaç senedir okullarda drama dersi seçmeli olarak veriliyor. Aslında bu konuya biraz daha ağırlık verilmeli.

Tabii, aynı zamanda yaratıcı drama ile bir eğitim de verebilirsiniz. Eğitim modeliniz yaratıcı drama (role playing) de olabilir. Bu dünyada denenen bir şey. Hatta biz de gene UNICEF ile beraber bir proje yaptık. Yaratıcı dramayı kullanarak çocuk haklarını anlattık. Yani ille drama eğitimi olması şart değil, siz mesela çocuklara çocuk haklarını yaratıcı drama ile öğretebilirsiniz. Yani dramayı böyle de kullanabiliriz. Sanıyorum Milli Eğitim Bakanlığı'nın bu konuda bazı girişimleri oldu. Ne kadar devam etti, onu bilmiyorum.

1992'de Energy Fm'de Türkiye'nin ilk telefonlu ve canlı talkshow programını sunmaya başladınız. İlk özel radyo ve televizyon günlerinizden bahseder misiniz? "Doktor Stress"in on üç yıl ekranlarda olmasının, sevilmesinin sırrı neydi sizce?

Şu anda youtube'da bazı programlarımız var, şöyle söyleyeyim; o dönem konuştuklarımıza bakıyorum, müthiş bir özgürlük alanı vardı Türkiye'de. İnsanlar çok güdümsüz konuşabiliyordu. Gelen konuklarımızla farklı fikirleri konuşabiliyorduk. Bizim Doktor Stress'in bu kadar uzun süre devam etmesinin sırrı çok tarafsız bir program olmasıydı. Biz o dönem türbana özgürlüğü de konuşabildik ve bunun yanında durabildik ama aynı dönemde çok farklı sosyal konular, cinsel eğilimler, cinsel tercihler, bütün bunlar da konuşuldu. Çok ilginçtir, bir hafta, mesela bir bakan geliyor, ertesi hafta bambaşka biri geliyor. Yani çok sürprizli bir programdı. Ama asıl Doktor Stress'i Doktor Stress yapan şey, halkı dinlemesiydi ve halkı konuşturmasıydı. O dönem televizyonlarda ve radyolarda insanlar bu kadar konuşmazdı, şimdi de susturamıyorsunuz. Bu yarışma programları, evlilik programları falan yoktu ve tabii halk da televizyonda daha güdümsüz konuşabiliyordu. Biz de olaylara hep halkın gözünden yansıması nasıl olacak diye bakıyorduk. Çok da keyifliydi. Uzun yıllar başarısının sebebi tarafsızlığı, herkese eşit söz hakkı vermesiydi. Tabii reyting için bazen kavgalar da oluyordu, önlemiyorduk ama bir yandan da baktığınız zaman daha sağduyulu bir yaklaşımımız vardı. Başarısı buydu yani.

Aziz Nesin'in Zübük adlı romanını müzikal olarak sahneye uyarlama fikri nasıl oluştu? Romanı sahneye uyarlarken en zor olan şey neydi? Karakterlere romandakinden farklı ne özellikler eklediniz ya da çıkardınız?

Zübük'ten önce bizim Leyla'nın Evi var. Ondan önce Onca Yoksulluk Varken var. Bu roman uyarlamaları çok ciddi bir konsantrasyon istiyor. Çünkü romanın her şeyine yoğunlaşamazsınız. Bir temasına yoğunlaşıyorsunuz romanın. Zübük'te de tabii temamız daha çok şuydu: O kadar nefret edilen bir karakterin o kadar yükselebilmesi, enteresan bir yaklaşımdır. Ama şu anda Zübük'ü tekrar yapıyor olsam çok farklı bir kast ve çok farklı bir yaklaşımla sunardım. Çünkü benim ilk yazdığım adaptasyon çok değişti. Yani kast uyum gösteremediği için, oyuncu kadrosu, sürekli değiştirmek zorunda kaldım adaptasyonu. Zübük ve çevresindeki karakterlerin Zübük'ün yükselişini anlatma öyküsüydü. Ama çok çok daha iyi bir proje olabilirdi diye düşünüyorum. Biraz öz eleştiri yapmak istiyorum.

Tiyatro oyununa telefon rehberi de uyarlanabilir

Yerli ya da yabancı hangi romanın ya da filmin tiyatro sahnesine uyarlanması sizce güzel olurdu?

Aslında tiyatro oyununa telefon rehberi de uyarlanabilir. Çünkü tiyatronun bir dili var ve konu çok önemli değil. Siz öyle bir estetikle bunu yapabilirsiniz ki her şey uyarlanabilir. Ama tabi uyarlanabilecek biraz daha karakter yoğunluğu olan romanlar olabilir. Yani her şey yapılabilir. Şöyle bir sıkıntımız var Tiyatrokare'de, çok fazla yerli oyun yazılmadığı için ve yabancı oyunlarda da temalar Türkiye'den çok uzak olduğu için daha çok romanlara bakıyoruz. Yani her şey uyarlanabilir, Aşk-ı Memnu da uyarlanabilir, yeter ki, ne anlatmak istediğinize ve romanın temasına bakın, bütün romanı anlatmanız mümkün olmadığına göre.!? Filmlerin uyarlaması bana biraz daha sakil geliyor. Zaten o bir drama formunda, o dramayı bir daha dramatize etmek iki defa yapmak oluyor. Filmler bana biraz sakil geliyor ama dünyada yapılıyor. Mesela filmleri müzikale çeviriyorlar. Çünkü şöyle bir şey söyleyeyim, biraz da marka. Yani bir filmin markasını söylediğiniz zaman bir yandan da o etikete geliyor seyirci.

Türkiye'ye ilkleri ve yenilikleri getirmeyi seviyorsunuz. Yeni projeleriniz var mı? Devam eden çalışmalarınızdan da bahseder misiniz?

Leyla'nın Evi yedi yıldır oynuyor, yedinci sezonunda şu anda. Zülfü Livaneli'nin romanından uyarlandı. Onun dışında Fosforlu'nun Hikayesi, Ayça Varlıer'e ödül kazandıran oyunumuz. O da devam ediyor ikinci sezonunda. Bir de biz şu anda Ahududu adlı oyuna hazırlanıyoruz. Ahududu bir kara komedi. Ve bu oyunda ben de yıllar sonra sahneye çıkıyorum. Oyunun kadrosu da gerçekten muhteşem. On yedi Aralık'tan itibaren Ahududu'yu oynayacağız. İnsanların çok eğleneceğini düşündüğüm bir komedi. Biz Tiyatrokare'de biraz çıtamızı değiştirdik, hedefimizi, rotamızı değiştirdik. Komediler yani vodvillerden biraz uzak duruyorduk çünkü, Türkiye'nin bu halinde kapıların kapanıp açıldığı bir oyunun çok da seyirciye hitap etmesi mümkün değil, ama aynı zamanda seyircinin gülmeye de çok ihtiyacı var. Ve biz bu oyunu da aslında çok akıllı bir komedi olduğu için seçtik. Müthiş bir karakter esprisi var. Ahududu'ya hazırlanıyoruz.

Tiyatro ödüllerinin tadı biraz kaçtı

Yılın en iyileri başlığında verilen tiyatro ödülleri hakkında düşünceleriniz nelerdir? Motive edici ve olması gereken bir ödüllendirme sistemi mi yoksa adil bir ölçme, ödüllendirme sistemi değil mi size göre?

Şöyle söyleyeyim, birazcık bunun tadı kaçtı. Aslında herkes ödül almaktan büyük zevk alır. Ben de az önce anlatırken Ayça Varlıer'in ödül aldığı diye anlattım. Ödül aldığın zaman da o ödülü önemsersiniz ama alamadığın zaman da jüriye kızarsınız. Bu aslında sanatçıların iç tepkisel bir özelliği. Fakat şu anda oyun kadar ödül var ve benim şöyle bir gözlemim var, birbirlerini dengeliyorlar. Yani işte Afife'yi alamayana başka birisi veriyor farkli insanlar olsun diye. Türk tiyatrosunda şu anda iyi bir üretim var. Alternatif tiyatrolarda genç arkadaşlarımız çıkıyor, güzel şeyler yapıyor. Bunların görmezden gelinmemesi lazım. Ama ödül bence çok iddialı. Bazı ödül sistemleri doğru değil. Nasıl düzeltilebilir onu da bilmiyorum. Çok önemsediğim bir şey değil çünkü biz tiyatroyu seyirci için yapıyoruz. Seyircinin hiç gelmediği ödül kazanan bir oyunla bizim için, hani vardır ya "ödüllü filmler", bir de "gişe filmleri", biz ikisini çok ayırmıyoruz. Zaten bir oyun iyi ise ödül de alır, gişe de alır, ödül almayabilir, gişeye gelir. Yani bizim için önemli olan seyirciyle buluşmak şu aşamada. Ama tabii sistemde bir tıkanıklık var. Jürilerin hiçbir ön seçme yapmadan yüzlerce oyun seyretmek zorunda olması gibi. İkincisi şunla şunun eşit tartılıyor olması. Mesela yirmi kişilik bir tiyatroda, yirmi beş kişilik küçük bir alandaki oyunculuk çok daha samimi ve sıcaktır ama büyük bir yerde bunu oynadığın zaman farklıdır. Dolayısıyla siz bunun ikisini karşılaştıramazsınız. Rejiyi de, prodüksiyonu da. Mesela devlet tiyatrosunun, şehir tiyatrosunun çok özel prodüksiyon koşulları var, rahat prodüksiyon yapabiliyorlar. Siz o prodüksiyonla küçücük bir alternatif tiyatroyu bir arada tutamazsınız, bir arada değerlendiremezsiniz. Onun için bence burada hiç adil olmayan ve kavramların karıştığı bir ödül sistemi var. Evet, jüriler büyük bir inanç ile bütün oyunları görmeye çalışıyorlar ama ben de ödüllerin çok da böyle önemsenmesi gerektiğini düşünmüyorum şu aşama için, ama alırsam da sevinirim. Olması gerekli ama bu kadar değil. Neredeyse iki yüz kişi jürisi var bütün bu ödüllerin, toplam jürisi ama iki yüz tane tiyatro sanatçısı yok. Ödül jürisi neredeyse tiyatroya çıkan insanlar kadar, sezonda demek istiyorum.

Canlandırdığınız karakterler içinde kendinize en yakın hissettiğiniz karakter kimdir ve rolünüze hazırlanma, çalışma disiplininizden bahseder misiniz?

Çalışma disiplinim, her provaya bir şey katmak. Yani provalar bir tekrar değil, her provaya bir şey katarsanız ilerler. Tabii ki çok çok keyif aldığım rol, kendime çok yakın bulduğum için Salaklar Sofrası'nda oynadığım salak tipi. Şimdi de Ahududu'da bir evin delisini oynuyorum. O rolle siz zaten bir empati kuruyorsunuz. O insanın yalnızlığıyla, deli oynarsanız, tabii bir şekilde kendinize yakın bulduğunuz için değil ama o adamla sizin aranızda bir benzerlik, bir köprü kurduğunuz için keyif alıyorsunuz. Salaklar Sofrası'ndaki Pignon rolü çok sevdiğim bir roldü ve şimdi de oynadığım Zeki rolü de inşallah aynı keyifle olacak.

Yeni oyun Ahududu Aralık'ta başlıyor

1992'de Tiyatrokare'yi kurdunuz. Tiyatrokare'nin takviminde 2017'de neler var? Bu ay hangi oyunları izleyebiliriz?

Leyla'nın Evi yedi yıldır devam ediyor. Fosforlu Cevriye'den uyarlanan Fosforlu'nun Hikayesi iki yıldır devam ediyor. Ahududu'ya on yedi aralıkta başlayacağız. Bir de sosyal sorumluluk projelerimiz var. Anavarza Çocuk Tiyatrosu ile beraber Bal Arıları ve Hınzır Ayı, Geberit'in desteği ile sunduğumuz Su Gelecektir oyunu var. Onun dışında da ben hayvanları çok sevdiğim için, Goody Çocuk Tiyatrosu için yazdığım gene bir hayvan, dostluk hikayesi, bir kedi ile köpeğin hikayesini anlatan çocuk oyunu. Hayvanları çok seviyorum ve çocuklara onları sevdirmeye çalışıyorum. Onun için Anavarza Çocuk Tiyatrosu ile de arıların doğaya yakınlıkları ve önemini anlatan bir oyun yazdım. Tiyatrokare'de inanılmaz bir doğa ve hayvan dostluğu projelerimiz var ve biz bunları sosyal sorumluluk projesi olarak yapıyoruz.

Röportaj: Derya Bilgingil